Serkan Özpeltek 36 yaşına girdiğinde, çocukluğundan itibaren başından geçen büyük küçük tüm kazaları saymaya karar verdi. Hem talihsiz hem de sakar olmak gibi iki ölümcül özelliği bünyesinde barındırıyor olmasını kimi zaman babasının kötü bir adam olmasına yoruyordu, kimi zaman kendi gençlik günahlarına, kimi zaman genetik yapısına, kimi zaman da kendi yetiştiriliş şekline... Bu durumu hiçbir şeye yormayıp, ‘Yüce Rabbim bizi de böyle yaratmış, daha kötüleri de var’ diye düşünüp önemsemediği zamanlar da oluyordu ancak, bunlar hem çok nadir oluyor, hem de tamamen istemsiz şekilde gelişiyordu. Çoğunlukla da dertsiz, tasasız ve de Özpeltek soyadını taşıyan bir insan evladı ne kadar mutlu olabilirse işte o kadar mutlu olduğu zamanlarda geliyordu bu duruluk, bu tevekkül, bu sükunet nöbetleri.
Özpeltek Ailesi için mutluluk erişilmezdi. Erişilmesi mümkün olsa bile erişilmemesi gerekiyordu. Onların yasak meyvesiydi mutluluk. Nesilden nesile aktarılmış Özpeltek karakterinin yapıtaşlarını listeleyecek olsa cevval bir araştırmacı, şöyle başlardı ve daha onda birini tamamlamadan listenin küsüverirdi, cayardı bu işten: Azla yetinmemek, şikayet etmek, üzülmek, ağlamak, hep daha fazlasını istemek ve daha fazlası ve daha fazlası ve daha fazlası ve daha... Sağından acı atıp öte yanından katmerlisini alabileceğiniz bir acı üreteci, bir çeşit değirmen gibiydi bu ailenin üyeleri, özellikle de kadınları. Gözyaşı ise hem makinenin yakıtı hem de atığı olarak iş görüyordu. Hal böyleyken, Serkan Özpeltek’in sakarlığını ve talihsizliğini nadiren de olsa sukunetle karşılayabiliyor olması tahrip gücü düşük (hatta hiç olmayan) bir mucize olarak bile algılanabilirdi. Kendisi de bunun farkındaydı ve bu onun gözünde talihsizliğinin bir başka belirtisiydi. Böyle düşündüğü anlarda, böyle düşünebilmiş olduğu için vicdan azâbı duyuyor, soyadına yakışırcasına o düşüncenin salmış olduğu bir anlık rahatlıktan, mutluluktan zarif bir biçimde sıyrılıveriyordu bu yolla.